Yaz bitti diye üzülmeleriniz bittiyse artık kültür sanat etkinlikleri piyasaya geri döndüğü için sevinme aşamasına geçebilirsiniz. Mesela bizim için bu sürecin başlangıcı genelde Filmekimi oluyor. Filmekimi dönemi gelene kadar yazın bittiğini kabullenmemeler, “abi şortla çıkılır mı sence bu havada” soruları, “ya kot ceket giyiyorum yetiyor” ısrarları devam ediyor. Eylül sonlarına doğru Filmekimi programının açıklanması ile gerçeğe dönüyor ve İstanbul’un soğuk günlerine adapte oluyoruz. İşin kötüsü Ekim seyahat açısından şahane bir dönem olduğu için son 2 senedir Filmekimi’nin yanından bile geçemedik. Lakin bu sene Filmekimi 2016 için hazırız, belki çılgın bir maratona giremeyeceğiz ama, gözümüze kestirdiğimiz 4-5 filmi affetmeyeceğiz.
Sizin de bizim gibi çok fazla filme gitme imkanınız ya da zaman probleminiz varsa, bu sene 7-16 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilecek Filmekimi 2016 kapsamında gözümüze kestirdiğimiz filmlerden birkaçını aşağıda şöyle bir özet geçeceğiz, seçmece yapabilirsiniz. Sonra beraber kritik yaparız. İyi seyirler sevgili okuyucu!
Çok yüksek ihtimalle festivalin en çok ilgi görecek filmlerinden biri olan Toni Erdmann’ı izlemek istemek için sebebiniz çok. Cannes Film Festivali’nde büyük bir yankı uyandırmakla kalmayıp, eleştirmenlerden aldığı yüksek puan ile (sanıyoruz son 10 yılın en yüksek puanı gibi bir durum söz konusu) iyice dikkat çeken film klasik baba tiplemesine uymayan, sistem karşıtı, kapitalist dünya ile savaş içinde olan bir babanın, babasının tam aksine kariyerine odaklanmış bir kadın olan 30’lu yaşlarındaki kızı ile ilişkisini anlatıyor. Şayet filmin hikayesini anlatış biçimimiz yanlış bir izlenim bıraktı ise toparlayalım: Bu bir komedi filmi.
Bizim bu filmi izlemeye heveslenmemiz için yan yana gelmiş iki sözcük yeter de artar: Pedro Almodovar. Bakın “yaşlanmış bir ananasa” benzediği halde aşık olabileceğiniz çok az insan vardır ve bu özelliğe sahip kişilerin bir listesini yapacak olsanız en başa Pedrocuğumuzu koyarsınız. Almodovar’ı biraz olsun seviyorsanız Julieta’nın yine bir kadın hikayesi olabilme ihtimalini öngörebilirsiniz. Doğru tahmin. En güçlü olduğu konudan devam. Filmin yönetmenin 20. filmi olduğunu da ekleyelim. Biletlere fazla abanmayın, sizin yüzünüzden izleyemezsek bozuşuruz.
Yine herkesin merakla beklediği bir film, yine bu topluluğun içine dahil olmuş bir Öykü ve İdil. A Monster Calls hem fantastik hem de duygusal bir film. (İkisi bir arada nasıl oluyor diyorsanız fragmanı izlemeniz yeterli) Ana karakterimiz küçük bir çocuk olan Connor. Evet fantastik bir film olduğu için ortada bir canavar olduğunu belki tahmin edebilirsiniz, ancak bu sefer işler biraz farklı. Annesinin hastalığını bir türlü kabullenemeyen Connor kocaman bir ağaç şeklindeki canavar ile bir anlaşmaya varır. Biz Connor’a hak veriyoruz çünkü canavarı Lian Neeson seslendiriyor. Biliyorsunuz, “He will find you and he will kill you”. Canavara güvenimiz tam. Ama ağlamaklı olmaya da şimdiden hazırız.
Kabul edelim, 88 yaşına da gelsek Amerikan gençliği temalı filmler izlemeyi hep seveceğiz. Ancak kaliteli bir Amerikan gençliği temalı film bulmanın pek kolay bir şey olmadığı konusunda da aynı fikirdeyizdir herhalde. American Honey bu sorunumuza çözüm getirecek gibi duruyor. Tipik sorunlu Amerikan genci olan Star’ın dergi aboneliği satan bir grubun içine dahil olması ile (tabii ki öyle normal, efendi bir grup olmayacak) başına gelenleri anlatan film bayağı sürükleyici görünüyor. Son zamanlarda piyasaya çıkmış en tuhaf adamlardan biri olan Shia LaBeouf da filmin başrolleri arasında, hazırlıklı olun.
Ken Loach’a Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandıran film Filmekimi 2016 ‘nın en iddialı filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. İşçi sınıfının sorunlarını ele almak ve bozuk sisteme çatmak konusunda zirve yapmış yönetmenlerden biri olan Loach, I, Daniel Blake’te sağlık durumu nedeniyle çalışamayan ancak sistemin çarpıklığı sebebiyle devlet yardımı da alamadığı için iş aramak durumunda kalan bir marangozun hikayesini anlatıyor. Gerçeklere geri dönüş zamanı sayın seyirci. Buna gidilir.
6. It’s Only The End Of The World
Xavier Dolan’ın yaşı ve yaptığı filmlerin başarısı üzerine yeni bir diyaloga girmek isteyenler için vakit geldi. Ayrıca Vincent Cassel desek? Ve Lea Seydoux? Peki ya Marion Cotillard? (Sizin hoşunuza gitmediyse bile Brad Pitt’in giderdi….kıpsss 😉 ) Magazinsel bakış açımızı bir kenara koyacak olursak sizi trailer’ı izlemeye davet edeceğiz, çünkü işin esprisi bir yana, oyunculuklar 1 dakika 36 saniyelik kısa bir bakışta bile müthiş görünüyor! Film, 30’larında bir yazarın yıllardır görmediği ailesiyle tekrar bir araya gelmesini ve ilişkilerine odaklanıyor.
Polisiye sevenler ve Güney Kore sineması sevenler bir kesişim kümesinde birleşiyor mudur bilemiyoruz ama, biz bu filmi bayağı merak ettik. Film 20’li yıllarda Japonya işgali altında olan Kore’de geçen bir casusluk hikayesine odaklanıyor. Ancak bizim ilgimizi çekmesinin asıl sebeplerinden biri de Güney Kore’de 10 günde 4 milyon kişi tarafından izlenerek gişe rekoru kırmış olması. Ne varmış bu kadar diyerek bunu da kaçırmayacağız galiba.
Çok acayip bir film söz konusu arkadaşlar. Öyle acayip duruyor ki, Harry Potter’dan sonra Daniel Radcliffe’e tek bir filmde bile tahammül edemeyen ve adamı her gördüğünde “alohomora” diyecekmiş gibi hisseden insanlar olmamıza rağmen bu filme bir bilet kapmazsak öleceğiz hastalığına yakalandık. Film ıssız bir adada tüm umutları tükenmiş ve intihar etmeye hallenmiş bir adamın, karaya vuran bir cesedi bulması ile bayağı enteresan bir hal alıyor. Çünkü bu ceset (yani Harry Pottercığımız) konuşabiliyor ve bir takım doğaüstü özellikleri var. Açıkçası filmin fragmanı o kadar absürt ki bizde şöyle bir izlenim yarattı: Ya sanat filmi ayağına bize müthiş saçma bir şey izletecekler ya da ortaya şahane bir şey çıkacak. İlk ihtimalin gerçeğe dönüşmeyeceğini umarak bir şans veririz gibi.
Hazır Güney Kore sinemasına girmişken Kim Ki-duk’u anmadan geçecek miyiz sandınız? Biz hala aniden duygusu gelip yazı yazarken arka planda “Boş Ev” açan insanlarız, Kim Ki-duk’u yedirmeyiz, yeni film yaparsa da koşa koşa izleriz. Bu sefer biraz daha siyasal içerikli bir film söz konusu. Üstelik birçok insanın merak edebileceği bir konuya değiniliyor: Kuzey Kore & Güney Kore meselesi. Film, teknesinin motoru bozulduğu için kendini Güney Kore’de bulan Kuzey Koreli bir balıkçının hikayesini ve yaşadıklarını anlatıyor.
Swiss Army Man maalesef ilk dediğiniz gibi,daha dün akşam izledim ve maalesef başlarda kıkırdamayla başlayan izleme keyfim, ortalara doğru “e artık güldük bitmedi mi bu kısımlarla” sonlarda “amaan neyse” diye hızlandırarak bitirdiğim bir film oldu.Öneriyor muyum? Evet çünkü zevkler ve renkler farklıdır ayrıca imbd puanına bakınca ben anlamadım herhalde diyorum hala,o yüzden bi göz atmanızda fayda var.
Buyrunuz linki :
http://720pizle.com/detay/swiss-army-man.html
—spoiler—
Harry çok pırtlıyor bütün havası gitmiş bu rol yüzünden.
Benzer bir liste yapmışız ancak ben pusuya yatamadım. Listemde Elle ve i’m not a serial killer filmleri farklı olarak var.