Bu sene toplamda neredeyse koca bir ayı Londra’da geçirmiş olmamızın ardından lafı hiç dolandırmadan vardığımız net sonuç: Artık burası kesinlikle en sevdiğimiz şehirlerden biri. Bilmiyorum belki de direkt en sevdiğimizdir ve sadece diğer sevdiklerime haksızlık etmemek için büyük laflar etmemeye çalışıyorumdur. Kişisel olarak büyük bir şehirden beklediğim ve hatta beklediğimi bile bilmediğim her şeyi sunduğu için Londra’da uzun uzun vakit geçirebildiğimiz, şehri bu kadar iyi tanıma fırsatımız olduğu için bayağı mutluyum ve Londra gezisi notlarını büyük bir iştah ile yazacağım…..
Bu yazı bir önceki Londra Gezi Rehberimize kıyasla biraz daha az turistik olacak, o yüzden özellikle ilk kez Londra’ya gidecekseniz sitedeki ana Londra rehberimizi okumayı kesinlikle ihmal etmeyin, orada da bol bol konaklama, ulaşım, gezilecek yer, mekan, önerisi var. Ayrıca gezdiğimiz&denediğimiz yerleri ve mekanları izlemek isterseniz Instagram profilimizdeki sabit storylere ve içeriklere bakmak da hoşunuza gidebilir, oraya da bekleriz. Son olarak eğer İngiltere vizesi alma aşamasındaysanız ilk başvuru deneyimimi ve işinize yarayabilecek bilgileri de şu İngiltere vizesi yazımızda bi’ özetlemiştik, oraya da göz atabilirsiniz.

Başlamadan gelen not: Bu gezide de diğer tüm gezilerimizde olduğu gibi yurt dışında internet kullanımı için bir e-sim uygulaması olan Airalo’yu kullandık, çünkü operatörlerin internet&konuşma paketi ücretlerinden çok daha makul bir fiyata denk geliyor. Ne kadar süre ihtiyaç duyacağınıza göre istediğiniz paketi seçebiliyorsunuz, uygulamaya ve fiyatlara göz atmak için şuraya bakabilirsiniz.

Londra Gezisi Notları: Londra’da Konaklama
Bu Londra gezisi uzun bir gezi olduğu için bu sefer bir otelde ya da Airbnb’de kalmadık ve “eş dosttan ev kiralama” seçeneğine yöneldik, dolayısıyla sizi direkt kaldığımız yere linklememiz mümkün değil. Ancak ulaşım konusunda yine çok rahat ettiğimiz için bu gezide konakladığımız bölgeden Booking araması yapabileceğiniz şekilde linkleyelim, çünkü metroydu, otobüstü, trendi, ne bilelim başka şehirlere geçişti falan bulunduğumuz konum sayesinde cidden çok rahat ettik, hiçbir şey gözümüzde büyümedi.

Eğer bir sebepten bizim kaldığımız bölgeyi tercih etmez ya da yer bulamazsanız bizce Londra’yı ilk kez ziyaret edecek bir turist için konaklanabilecek en iyi bölgeler (biz de ilk gidişimizde bu civarda konakladık) Covent Garden, Soho ve Westminster. O bölgelerde zevkinize ve bütçenize göre booking araması yapabileceğiniz şekilde linkledik. Bunlar turistik bölgeler mi? Evet. Siz de turist misiniz? Evet. Zaten yerlileri de buraları, özellikle de Soho’yu çok sevmiyor mu? Seviyor. O zaman turistik bölgede kalıp gitmek isteyeceğiniz yerlere kolay, hatta rahat rahat yürüyerek erişmekte, o sırada şehrin harika bölgelerinde vakit geçirmekte bir sakınca göremiyoruz……
–Mayfair ve Marylebone tarafları da yine konaklamak için iyi, merkezi bölgeler, buralarda konaklarsanız da yürüyerek birçok aktivitede bulunabilir, toplu taşımayla da sağa sola rahat ulaşabilirsiniz, yine booking sayfalarında kişisel tercihlerinize göre arama yapabileceğiniz şekilde linkledik.

Londra Gezisi Notları: Londra’da Ulaşım
Londra gezimiz boyunca yine herhangi bir ulaşım kartı falan satın almadık, çünkü metroda ya da otobüste zaten kredi kartınız ile temassız olarak ulaşımınızı sağlayabiliyorsunuz, hatta Oyster Card adlı kartlarını edinmek için ekstra para ödemeniz gerektiğinden direkt kart ile hareket etmek hem daha az masraflı hem de çok daha pratik oluyor. “Daily cap” adlı gün içinde ulaşıma harcanan parayı belli bir limitte tutan uygulamalarından faydalanabilmek için her zaman aynı kartı kullanmanız önemli, bu detayı gözden kaçırmayın. (Daha fazla ulaşım detayı isterseniz ana Londra rehberimize bakmanızı öneririz)

Bu Londra gezisi için yine Stansted Havalimanı’na indiğimizden şehir merkezine ulaşımın alternatif bir yolunu da keşfetmiş olduk; National Express. Stansted Havalimanı’nda pasaport kontrol vb. işlemleri halledip kapıya doğru ilerledikten sonra 1 aşağı katınızda kalan kata incecek olursanız bu otobüs firmasının bölümünü göreceksiniz. Hangi numaralı olana bineceğinizi ise gideceğiniz yere göre seçiyorsunuz ve ödemenizi oradaki yetkili kişiye nakit ya da kartla yapabiliyorsunuz. Fiyat olarak merkeze ulaşmanın bir diğer yolu olan Stansted Express’ten daha uygun, ancak eğer trafikli bir zamana denk gelirseniz yolculuk gerçekten can sıkıcı seviyede uzayabiliyor, o kısım biraz şansa kalmış. Dolayısıyla bu ihtimali göze alırsanız otobüsü, yok kardeşim ben parasını verip belli bir sürede merkeze gideceğim diyorsanız direkt Stansted Express’i tercih edebilirsiniz.

Bir de önceki Londra gezimizde başımıza şöyle iyi bir şey gelmişti; biz booking üzerinden otel rezervasyon yapınca booking.com bize hediye olarak bir ücretsiz havaalanı taksisi yolculuğu hediye etmişti? Bunu ne yapıp da hak ettiğimizi tam olarak bilmediğimiz için belki size de böyle bir şey denk gelir diye şöyle booking’in taksi sistemine ilişkin linkini bırakayım, size de öyle bir fırsat çıkar mı diye göz atarsınız.
Londra’da bizim uçtuğumuz Stansted Havalimanı dışında Heathrow, Gatwick gibi aktif olarak kullanılan 6 farklı havalimanı ve tabii ki Londra gibi bir şehre uçan bir sürü farklı havayolu firması olduğu için seçeneğiniz bol. Bu noktada Londra gezinizi planlama aşamasında şehrin hangi havalimanına hangi havayolunu kullanarak gitmenin sizin açınızdan daha mantıklı olduğunu ve aradaki fiyat farklarını kıyaslamak açısından Turna’yı kullanmak avantajlı olabilir. Hatta çeşitli dönemlerde kampanyalar da yaptıkları için uçak biletinizi alırken indirim de yakalayabilirsiniz.

Londra Gezisi Notları: Bu Gezide Nereleri Gezdik?
Bir önceki Londra gezimiz kapsamında turist görevlerimizin neredeyse tamamını yerine getirmiş olmanın verdiği huzurla bu sefer Londra’da çok daha rahat vakit geçirdik, başka şehirlere geçtik, kişisel olarak ilgimizi çeken yerlere vakit ayırdık ve elbette bir sürü yeni keşif yaptık. 365 günün 365’inde de başka bir aktivitede bulunacağım kararı alsanız bunu uygulamanın gayet de mümkün olduğu Londra’da aktiviteler asla bitmiyor, resmen kendinizi sürekli sokağa atasınız geliyor. Her gün yeni bir gelişme, her gün yeni bir etkinlik. Buradayken sıkılan da artık nerede mutlu olur inanın ben de bilmiyorum. Ben kendimi evde vakit geçirmeyi daha çok seven bir sanıyordum, Londra’dayken resmen böyle zannetmemin yaşadığım şehirle ilgili olduğunu fark ettim. (Hala çok insan sevmiyorum o ayrı) Neyse karakter analizimi fazla uzatmadan Londra’da gezilecek yerlere geçiyorum…

*Genel olarak özellikle günübirlik Thames Nehri üzerinden tekne ile Greenwich’e gitmek,Oxford, Stonehenge gibi başka şehir/bölge gezilerine çıkmak, bunun organizasyonuyla uğraşmamak ya da Harry Potter Warner Bros Stüdyoları’nı gezmek, Friends Experience’akatılarak Friends dizisindeki evde/kafede vakit geçirmek gibi farklı aktivitelerde bulunmak ve muhtemelen aklınıza bile gelmeyen yeni şeyler keşfetmek için bu siteden faydalanabilirsiniz. Arada Downton Abbey temalı tur bile gördüm, bu aklıma gelmezdi şahsen lol….Burada söz etmediğim ama şehre özgü birçok aktivite, gezi ve tur mevcut, müzikal/tiyatro gibi şeylere de buradan göz atabilirsiniz. Çoğunlukla ücretsiz iptal seçeneği de sunduğu için güzel bir alternatif, herhangi bir tur vs seçerken yorumlarını incelemeyi unutmayın ama.

*Yeni Londra’da gezilecek yerler listemize ilk kez gittiğimiz müzelerden tartışmasız 1 numaramız ile başlayalım; V&A East Storehouse. Burası aslında Londra’nın en iyi kabul edilen müzelerinden Victoria and Albert’ın deposu. Evet evet bildiğiniz depo, ana koleksiyonda sergilenmeyen eserler burada koca koca, tavana kadar yükselen raflarda duruyorlar, işin garibi bu tarife uyan o ortama rağmen çok da estetik görünüyorlar. İşte bu depoyu bir müze konseptine çevirmişler ve eserlerin yanına QR kodlar koymuşlar, bu enteresan konseptin içinde dolaşırken ilginizi çeken eserin ne olduğuna, hikayesine, detaylarına da kodu okutarak telefonunuzdan ulaşabiliyorsunuz. Ayrıca müzelerin arka planını merak edenler için içeride çeşitli noktalarda eserlerin restorasyon çalışmalarını anlık olarak izleyebiliyor, konuya dair bilgilendirici video ve içerikler de görebiliyorsunuz. Biz kafamızda soru işaretleri ile gidip neticede acayip keyif aldık, mutlaka listenize alın. Ücretsiz olduğunu da hatırlatalım. Gitmeden önce geçici sergi olarak ne var ne yok ona bakıp ilginizi çeken bir şey varsa rezervasyon yapmayı unutmayın, mesela biz küçük ama güzel bir David Bowie sergisine denk geldik.


*Şahane bir bina içinde yine ücretsiz olarak gezebileceğiniz The Wallace Collection (silah, zırh ve kılıçların olduğu bölümü de kaçırmayın, filmlerde gördüğümüz şeyleri gerçek hayatta görüp şoka uğramak ilginç bir deneyim) tasarım meraklısıysanız müze dükkanı da hoşunuza gidebilecek Design Museum (burası için gördüklerimiz dönemsel sergi değilse çok büyük beklentiye girmeyin deriz), insanlığın, teknolojinin ve bilimin gelişimine ilişkin iyi bir derleme olan Science Museum (çocukların daha çok ilgisini çekebilecek bölümleri de var) ve içinde ilginizi çeken bir sergi var mı diye kontrol edip öyle gitmenizi önereceğimiz Whitechapel Gallery de listenize alabileceğiniz bazı diğer müzeler. Hepsinin ücretsiz olduğunu söylememize gerek yok herhalde… Ücretli olanlardan Saatchi Gallery aklınızda bulunsun ama, yine gitmeden sitesinden içeride size göre bi’ sergi var mı kontrol edip öyle gidersiniz tabii.

*Bu Londra gezisi boyunca en keyif aldığımız aktivitelerden biri de Londralılarla beraber Primrose Hill’de oturarak şehri izlemek ve parkın tadını çıkarmak oldu, buranın kendinizi bir film sahnesinin içinde gibi hissettiren bir havası var. Burası şehrin bayıldığımız parklarından Regent’s Park’ın kapsamında gibi sayılabilecek şehir manzaralı ufak bir tepe. Yani bir İstanbullu için pek de tepe gibi sayılmayabilir bile çünkü benim evimin önündeki yokuş bile bundan daha dik, ama Londra gibi düz bir şehrin standartlarındaki bir tepe diyelim. İnsanlar yiyeceklerini içeceklerini alıp çimlere oturarak şehir manzarasını izliyor, sohbet ediyor, bayağı lokal hissettiren güzel bir aktivite, bizce kesin birkaç saatinizi burada takılmaya ayırın. Bu arada bu tarafa Little Venice tarafından (hoş bir kanal şeklinde özetleyebiliriz) çevreyi keşfederek, daha “yaşam alanı” olan bölgeleri görerek ilerlemek güzel bir deneyim oluyor, şehri yürüyerek gezmeyi, evleri, insanları gözlemeyi seviyorsanız bu rotayı izleyebilirsiniz. Sevmiyorsanız bize niye evlerden ve bir kanaldan başka hiçbir şey olmayan bir yol önerdiniz çemkirmesinde bulunabilirsiniz, bulunmayın….

*Parklardan konuyu açmışken, şehrin en güzel parklarından ve bizi “bizde neden böyle parklar yok” krizine sürükleyen parklarda bir diğeri olan Holland Park’ta da mutlaka vakit geçirin, kahvenizi alıp şehrin ortasında bir anda böyle bir sakinliği yakalayabilmenin ne kadar güzel hissettirdiğinin keyfini çıkarın ve bu kadar basit bir şeyden mahrum oluşumuzun hüznünü yaşayın…. Tabii oraya kadar gitmişken Kyoto Garden’ı görmeyi de ihmal etmeyin, ani gelişen ufak bir Japonya ışınlanması. Bu arada Holland Park civarındaki evlerin güzelliği ve bölgenin nezihliği dikkatinizi çekebilir, bu civar aynı zamanda birçok ünlünün yaşadığı bir bölge, mesela biz bilmeden Beckham ailesinin (David & Victoria Beckham yani) evini hiç çekinmeden uzuuun uzuuun fotoğraflamışız, sonradan fark ettik. (Nasıl evlerinin orası olduğu bilinmesine rağmen ve ortalık manyak doluyken böyle güvenlik vs olmadan yaşıyorlar o da bir sır perdesi doğrusu)

*Parklar konusunda başınızın etini yemeye kararlıyız, son övülecek parkımız Battersea Park. Son zamanlarda “Türklerin bol bol yerleştiği bölgelerden biri” olarak da ünlenmiş ve daha önce şehrin hiç görmediğimiz bir bölgesi olan Battersea taraflarını görmek istemiştik, pek tabii bunu bir park vesilesiyle yapmak hoşumuza gitti. Yine içinde gölü falan da olan, uçsuz bucaksız gibi hissettiren, kocaman, süper huzurlu bir park. Buraya gidişinizi Battersea Power Station ile de birleştirebilirsiniz. Pink Floyd’un “Animals” albümünün kapağından da tanıyabileceğiniz Battersea Power Station şehrin önemli elektrik santrallerinden biriyken günümüzde kafelerin, restoranların, dükkanların ve yaşam alanlarının olduğu bir yere dönüştürülmüş. Mimari olarak da oldukça etkileyici, heybetli bir yapı olduğu için civarı keşfederken burayı da rotanıza dahil edebilirsiniz.

*Bu Londra gezisi kapsamında yaptığımıza en memnun olduğumuz şeylerden biri de Richmond bölgesini keşfetmek oldu. Ted Lasso dizisinden de tanıdığımız ve set sandığımız bir yerin gerçek hayatta var olduğunu öğrenince bu şirinlik seviyesindeki bir yeri kendi gözlerimizle görmeden olmazdı?? Merkezin biraz dışında kalan Richmond’a metro ile direkt olarak ulaşılabildiği için hiç gözünüzde büyümesin, gayet kolay. Sonrasında Richmond Green, Richmond Hill, Brewers Lane, George Street, Richmond Riverside (burada yürürken banktaki Virginia Woolf heykelini gözden kaçırmayın, kendisi bir süre Richmond’da yaşamış) gibi noktaları baz alarak bu bölgeyi detaylıca turlayabilirsiniz. Ayrıca geyik görme ihtimalinizin bayağı yüksek olduğu kocaman Richmond Park’a gidebilir, Richmond Hill’e çıkarken yeşillikler arasındaki Hollyhock Cafe’de mola verebilir, Ted Lasso’ya özel dükkanı gezebilir ve yine Ted Lasso’daki pub olarak ünlenmiş, ama diziyi izlemediyseniz bile hoşunuza gidecek The Prince’s Head’de bir şeyler içebilirsiniz. Aşağıda yeme içme bölümünde Richmond’dan bayağı güzel birkaç önerimiz daha var, onları da sakın gözden kaçırmayın, favorimizi oraya bıraktık.

*Brütalist, heybetli mimarisi ile ya sevilen ya da nefret edilen meşhur The Barbican’dan size önceki Londra yazımızda bahsetmiştik. Ancak burayı önceden gezmemize rağmen en üst katında yüzlerce bitkiyi içinde bulunduran bir alan olduğunu bilmiyorduk. Eğer ilginizi çekerse binanın içini daha fazla gezebilmeye de olanak tanıdığı için Barbican Conservatory’i ücretsiz olarak gezebilirsiniz. Sadece öncesinde sitelerinden rezervasyon yaparsanız girebilmeniz daha garanti, aklınızda bulunsun.

*Bir Harry Potter hayranıysanız ilk filmdeki “Diagon Alley” sahnelerinden de tanıyabileceğiniz Leadenhall Market tam olarak Londra’nın nasıl göründüğünü hayal ediyorsanız öyle görünüyor, acayip Avrupai, acayip İngiliz. Mimari olarak harika olmasının yanında tam olarak iş merkezlerinin göbeğinde bir noktada kaldığı için İngilizlerin iş çıkısı pub’a akın etme kültürünü gözlemlemek için de güzel bir nokta, böyle anlara şahit olmak turistliğin güzel bir parçası olduğu için bizce kesin hoşunuza gider. Ayrıca içeride mekanlar, Barbour vb. dükkanlar da var, yolunuz o tarafa düşerse bizce mutlaka uğrayın.

*Eğer şehre tepeden bakmak isterseniz Sky Garden ya da The Garden at 120’ye çıkabilirsiniz. Her ikisine çıkmak da ücretsiz, sadece yine önceden rezervasyon gerektiriyor. Biz manzara işini pek de sallamadığımız için olmazsa da olmaz bee diyerek kapıya gidip şansımızı deneme tekniğini kullandık, Sky Garden görsel olarak daha çekici görünse de kapıdaki sırayı görünce cayıp diğerine gittik. En azından çok güzel bir Tower Bridge manzarası sunduğunu söyleyebiliriz, umarız açık bir havaya denk gelirsiniz.

*Hava nasıl olursa olsun her Pazar günü kurulan Columbia Road Flower Market’a gitmeyi bu sefer başardık. Aslına bakarsanız orada yaşamıyorsanız bitki/çiçek satılan bir markete gitmenin pek de bir manası olmayabilir. Ancak bizim yine de deneyim olarak hoşumuza gitti çünkü ortam hem lokal hissettiriyor, hem de insanları, hayatın akışını gözlemlemek gerçekten çok zevkli. Eğer bu tarz deneyimlerden hoşlanıyorsanız bizce buraya şöyle bi’ 1 saatinizi falan ayırabilirsiniz. Alternatif olarak Broadway Market da hoşunuza gidebilir, hem bulunduğu bölgeyi keşif fırsatı sunuyor, hem yeme içmeydi kıyafetti ıvır zıvırdı çeşitli şeyler bir arada. Portobello Road Market gibi daha turistik sayılabilecek yerlere alternatif arıyorsanız neden olmasın, sadece beklentinizi çok yükseltmeyin.

*Londra gezisi notları için bizce olmazsa olmaz bir konudan da bahsetmeden geçmeyelim, çünkü böyle bir deneyimi kaçırmanızı istemeyiz. Londra’da olduğumuz süre boyunca bize sürekli olarak “bi müzikale gidin” diye ısrar edilip durmasını pek de müzikal sevdalısı olmayan insanlar olarak bir türlü anlamlandıramamıştık. Ancak bir noktada “ulan madem bu kadar burdayız, hadi bi’ şans verelim” diyerek Back to the Future müzikaline bilet kaptık ve şoka uğradık? Bu kadar inanılmaz, bu kadar şok edici bir prodüksiyonla karşılaşmayı kesinlikle beklemiyorduk, lütfen ne yapın edin ve Londra’da 1 kere de olsa bir müzikale gidin. Back to the Future gerçekten inanılmazdı, filmle bir bağınız olmasa bile bayılacağınıza eminiz yani. Ancak Phantom of the Opera, Wicked, Les Misarables, The Lion King gibi ilginizi çekebilecek onlarca ünlü müzikalden ilginizi çeken herhangi birini de seçebilirsiniz. Todaytix adlı uygulamayı kullanırsanız “rush&lottery” bölümünden yarı fiyatına kadar düşebilen uygun fiyatlı biletler de yakalayabilirsiniz bu arada, o da aklınızda bulunsun. (Size verdiği koltuk numarasını ve izleyeceğiniz salonu chatgpt’ye söylerseniz iyi bir görüş açısı olup olmadığını söylüyor ve kesinlikle doğru yönlendiriyor)

*Tiyatro izlemek isterseniz de yine tam şehrindesiniz, filmlerden de tanığınız ünlü oyuncuların içinde yer aldığı birçok kaliteli yapımın yanı sıra Shakespeare’s Globe gibi köklü, dünyaca ünlü sahnelerde de oyun izlemeyi değerlendirebilirsiniz. Eğer ünlü oyuncuların yer aldığı o dönem popüler bir oyuna gitmek niyetindeyseniz biletleri bayağı önceden kapmakta fayda var, ancak örneğin Shakespeare’s Globe için özellikle “ben Shakespeare oyununun İngilizcesini anlayabilecek kadar yetkili biri miyim” endişeniz varsa günlük 5-10 pound gibi bir ücreti olan ve ayakta izlenebilen biletler çıkıyor, belki onlardan alarak bir şans vermeyi deneyebilirsiniz.

Londra Gezisi Notları: Londra’dan Günübirlik Gidilebilecek Yerler
Londra gezisi boyunca yeterince vaktiniz varsa civardaki alternatif şehirlere geçmeyi de kesinlikle değerlendirebilirsiniz, çünkü toplu taşıma ile ulaşımı da oldukça kolay olduğu için ya da katılabileceğiniz çeşitli günübirlik turlar olduğu için bunu yapabilmeniz gayet kolay. Özellikle birkaç farklı yeri bir arada görmek istiyorsanız ve organizasyonuyla uğraşmak istemiyorsanız, zaman sınırlamanız varsa turları, tek bir şehre gidecekseniz ise direkt kendiniz trene atlayıp gitmeyi değerlendirebilirsiniz. Örneğin biz Brighton’ı gözümüze kestirip bi trene atlayarak kolaylıkla ulaştık ve bir günümüzü orada geçirdik, bunu yaptığımız için de bayağı mutluyuz, bir şehir daha görmüş olduk. Londra’dan günübirlik nereye gidilebilir fikir vermesi açısından şöyle bi’ listeleyelim;
Oxford: Londra gezisi kapsamında günübirlik gidilen en popüler yer diyebileceğimiz Oxford öncelik verebileceğiniz yerlerden biri, hem görsel olarak şahane, hem de 1 günde gezmeye müsait. Eğer organizasyonu kendiniz yapmadan turla gitmek ya da Oxford gezinizi başka yerlerle birleştirmek, rehberle gezmek isterseniz şuradaki turlara da göz atabilirsiniz.
Cambridge: Oxford’dan sonraki en popüler seçenek de Cambridge, Londra’dan trenle 1 – 1,5 saat gibi bir uzaklıkta olduğu için yine kolaylıkla günübirlik gidebileceğiniz bir yer. Oraya da turla gitmek, Cambridge gezinizi kendiniz organize etmeden başka şehirlerle birleştirmek isterseniz şuradaki turları inceleyebilirsiniz.

The Cotswolds: Bir şehri değil, İngiltere’nin “countryside”ını, köylerini, şirin kasabalarını gezmek isterseniz Cotswolds tarafı ilginizi çekebilir, burası da Londra’da günübirlik gitmek için popüler destinasyonlardan biri. Biz buraya gitmediğimiz için tam ne mantıkta geziliyor, araba gerektiriyor mu vs bir fikrimiz yok, eğer konsept ilginizi çekiyorsa araştırırsınız diye düşünerek söz etmek istedik. Eğer meşakkatli bir şeye benziyorsa tabii ki oraya giden günübirlik turlar da mevcut.
Brighton: Biz Brighton’ı bayağı sevdik, bir günümüzü oraya ayırdığımız için mutluyuz, üstelik deneyimimizden yola çıkarak aktiviteler açısından düşününce günübirlik bir gezi için de yine gayet uygun bir şehir. Belki şu meşhur “Seven Sisters” tarafını görmeyi de hesaba katsaydık turla gitmek de kolaylık olabilirdi, eğer orayı da görmek isterseniz yine şuradaki turlara göz atabilirsiniz.

Londra Gezisi Notları: Yeme İçme Önerileri
Uzun bir Londra gezisi yapmamızın siz okuyucularımız için bir artısı oldu; elimizde bol bol mekan önerisi var. Üstelik abartılmış olduğunu düşündüğümüz bir sürü yere de denk geldik ve biz keriz gibi sosyal medyaya kanıp oraları denediğimiz için şimdi sizin kerizlik etmenizin önüne geçeceğiz ve boşu boşuna oralara para harcamayacaksınız, şanslısınız…… Londra’dan mekan önerilerimize geçmeden önce bir önceki Londra gezi rehberimize bakmanızı tekrar hatırlatalım, çünkü orada da çok sevdiğimiz bir sürü mekan önerisi var, onları kaçırmanızı istemeyiz, artık rekorlar kitabına girmek gibi bir gayeniz yoksa bu kadar şeyi yiyemeyeceğiniz için aralarından seçeceksiniz yapacak bir şey yok.

*Fırın&bakery ve kahvaltı için yeni keşiflerimizle başlangıç yapalım. Bu konuda şehirdeki yeni favorilerimiz Pophams (mesela bacon&maple adlı ürünleri), August Bakery ve E5 Bakehouse (bazı restoranlarda da buranın ekmeklerine denk gelebilirsiniz), önceliği buralara verebilirsiniz. Eğer İngiltere’nin geleneksel fırın ürünlerinden sayılabilecek “scone”u denemek isterseniz Cheeky Scone’da hem tuzlu hem de tatlı güzel seçenekler var. Forno biraz daha “İtalyan” fırın ürünleri yapıyor, Sunday in Brooklyn, Granger & Co ve Abuelo’da ise biraz daha uzun soluklu kahvaltılar yapabilirsiniz. Geçen gidişimizde deneyip sevdiğimiz Jolene’in sandviçlerini ilk kez denedik, gayet lezzetliydi, Kuro Bakery (galiba deneyip sevdiğimiz şeyin adı bread&butter pudding) ise yine bulunduğu bölge için hoş bir seçenek. Şehrin en sevilen bakerylerinden The Dusty Knuckle da seçenekler arasına alınabilir, özellikle sandviçlere öncelik verseniz daha çok keyif alırsınız, diğer ürünlerinin pek olaylı bir tarafı yoktu. Son olarak illa kahvaltıda gitmeniz şart değil ama, Borough Market’taki kendi peynirleri ile tost yapan Kappacassein eğer çorap gibi kokan peynirler hoşunuza gidiyorsa (bizim genelde gidiyor ama buna çok ölüp bitmedik) sizlik olabilir, sadece gideceğiniz gün açık mı kontrol edin, saatler ve açık olduğu günleri biraz değişken.

*Bagel konusunda New York’ta yediklerimizin yanına yaklaşan bir yer bulamadık, buranın bagelleri biraz başkaymış, böyle içinde zeytin arayıp da bulamadığınız poğaçadan hallice diyelim, kusura bakmasınlar… İlla ki deneyeceğiz derseniz en popüler seçenek Beigel Bake ve menüdeki en çok tercih edilen seçenek de salt beef bagel. Burası sabah erken saatte işe başlayanların, gün içinde hızlıdan doyurucu bir şeyler atıştırıp geçmek isteyenlerin ve hatta gece içki içtikten sonra bizdeki ıslak hamburger yemeye gitmenin Londra karşılığı aktivitesinin ortak noktası denilebilecek bir mekan. Lezzet olarak pek tutmadık ama deneyim olarak isterseniz neden olmasın…. Bagel sevdanızı dizginleyemezseniz It’s Bagels ve Papo’s Bagels da yine popüler yerler. Hatta yukarıda bahsettiğimiz Primrose Hill’e oturmaya giderken civardaki It’s Bagels’tan bi şeyler kapıp gitme gibi bütün halinde gerçekleştirilen popüler bir aktivite bile oluşmuş, neden olmasın.

*Kahve konusunda değişmeyen favorimiz Monmouth’a gitmeniz konusunda ısrar ederek devam edelim, çünkü tespitlerimize göre galiba eğer bizim duymadığımız çok özel bir şey falan yoksa Londra’da ondan iyisi olmayabilir. Londra’da 1 kahve içecekseniz orada, 2 kahve içecekseniz birini orada birini de Rosslyn’de için, konu kapansın. Bunun dışında önceki rehberde önerdiklerimize ek olarak yukarıda bahsettiğimiz bakerylerin tamamında kaliteli sayılabilecek kahveler de içebilirsiniz, bir taşla iki kuş. Monocle, Kiss the Hippo, Nagare ve Allpress de civarınızdaysa değerlendirebileceğiniz güzel kahvesi olan seçenekler.

*Yeni bir burgerci deneme hevesimiz her zaman yüksek, burger bizim zaafımız, neredeyse sağlıklı bir besin olduğu konusunda iddialarda bulunacağız, mayonez seviyoruz diye sesimizi çıkaramıyoruz… Bu sefer Supernova’yı denedik, bir smashburger için gayet güzeldi, hızlı bir yeme için gidilebilir, burgerde abartı kriterleriniz, vay efendim “bilmemnerde pişiyorsa ağzıma sürmem, bunu yapanlar yargılansın” gibi iddialı söylemleriniz varsa bilemeyiz, biz söz konusu burger oldu mu kolay mutlu ediliyoruz. The Plimsoll’un burgeri çok övülüyor, dürüst olmak gerekirse sırf üşendiğimiz için gitmedik, belki siz gidersiniz. Paris’ten tanıyabileceğiniz Dumbo da Londra şubesini açmış, abartılacak bir tarafı yok ama. Şehirdeki favori burgercimiz hala Black Bear ve tabii ki her yerde değerini yalnızca gerçek gurmelerin bileceği Five Guys şubeleri olduğunu da hatırlatmadan bu konuyu kapatamayız, özür dileriz…

*Hint mutfağının bizim için resmen bir sevdaya dönüşmesinin tüm sorumluluğu Londra’da. Normalde de severdik ama burada yediklerimizle birlikte belki de Thai hatta Japon mutfağından bile daha fazla seveceğimiz noktaya geldi, Hint mutfağı diye yanıp tutuşuyor, sosyal medyada karşımıza çıkan “Hindistan’daki hijyenik olmanın yasak olduğu tat kaçırıcı sokak yemeği videolarını” bile yüzümüzde bir şefkat ifadesi ile izliyoruz, heyhat..… Bunun için bizce şehirdeki en iyi Hint restoranı olan The Tamil Prince’in “sister” restoranı Tamila’ya gittik ve tabii ki şaşırtmadı, nefisti… (bi noktada acı seviyesinden işitme duyumu falan yitirdim ama, ona göre sipariş verin) Bunun dışında Darjeeling Express’i denemek istemiştik ama yer işini uyduramayınca eski dostumuz Dishoom ile birkaç farklı kavuşma seansı yaşandı. Black Daal ve chicken curry’sini uykumda sayıklıyor, rüyamda onlarla el ele kırlarda koştuğumu görüyorum, siz olmadan hayatıma nasıl devam edeceğim inanın ben de bilmiyorum….

*Bu Londra gezisi dahilinde gittiğimiz akşam yemekleri arasından nereyi sevmediğimizden başlamak istiyorum çünkü çok doluyum…. 2 saat falan sırasını beklediğimiz (neyse ki Londra’da sıraya adınızı yazdırıp bi şeyler içmeye falan gidebiliyorsunuz) Kiln’i hiç beğenmedik, sonunda Thai mutfağı sevdamız kandırılmamızla sonuçlandı, çok yazık… Çok süslü olmayan bir ortamda sakin sakin Japon mutfağı yemek için SASA Sushi, İran mutfağı ve “aaa aynı bizim yemekler” deneyimi için Berenjak (hem Türkiye’den, hem de kısa süre geliyorsanız buraya öncelik vermek saçma olabilir ama), canınız İtalyan çekerse Trullo (menü günlük değişiyor sanırım), ortaya söyleyip beraber yemelik konsept ve güzel şaraplar için Bar Crispin ve yer bulabilirseniz etleri ile ünlü Bouchon Racine’i seçenekleriniz arasına alabilirsiniz. Özellikle Racine için uzun süre önceden yer baksanız iyi edersiniz.

*Bir günü de şöyle çeşitli mutfakların bir arada olduğu bir yemek pazarında geçirelim derseniz ve daha önce Borough Market’a (instagram profilimizde burada yediklerimizle ilgili güzel bir içeriğimiz var) gittiyseniz alternartif olarak Borough ile yarışması ihtimali olmasa da Mercato Mayfair’e gidebilirsiniz. Eski bir kilise bir yemek pazarına dönüştürüldüğü için ortam hoş, yemekler ise efsanevi olmasa da ortalama diyebiliriz, daha çok ortam için gidiyorsunuz gibi düşünürseniz hayal kırıklığı yaşamazsınız. Biz Udon ve İtalyan bölümünden birer burrata’lı/şarküteri ürünlü sandviç yedik ve hiç de fena değillerdi. Hemen yanındaki Mayfair Chippy de ünlü bu arada, biz gitmedik ama Fish n chips denemek isterseniz belki şans verirsiniz.
*Londra’da yediğimiz en güzel pizzayı gittik taaa Richmond’da yedik, ismi Napoli on the Road ve ödüllü bir pizzacı. Sanıyoruz daha merkezde sayılabilecek bir noktada da bir şubeleri var, gerçekten çok iyi pizzalardı, dümdüz margaritası falan bile bayağı lezzetliydi, hamuru harikaydı, mutlaka bir şans verin. Bunun dışında Pizzeria Pappagone ve Dough Hands de popüler, sevilen pizzacılar, civarınızdaysa onlardan birine de gidebilirsiniz.

*İngiltere’de bir Pazar geleneği sayılabilecek ve özellikle öğlen saatlerinde bir arada yenilen et/tavuk odaklı, klasik İngiliz yemeklerinden oluşan bir öğün olarak özetleyebileceğimiz ve Londra gezisi kapsamında mutlaka 1 kez deneyimlemenizi önereceğimiz “Sunday roast” deneyimini de The Pig and the Butcher ve The Drapers Arm gibi yerleri not almış olmamıza rağmen gittik Richmond’da yaşadık. Memnun muyuz? Memnunuz. Gittiğimiz mekanın adı White Cross, zaten bölgenin en turistik, en sempatik ve “gelgit sebebiyle su basması ile ünlü” yeri. Üstelik biz oradayken mekanı su da bastı ve inanın ben de hayatımda hiç oturup yemek yediğim yeri su bastı ve çok eğlendim diye mutlu olacağımı tahmin etmezdim. Kendimizi en “İngiltere’de” hissettiğimiz mekanlardan biriydi, bizce buraya kesin şans verin, umarım sizin yemeğiniz ortasında da mekanı su basar ve içeri kanoyla bi kadın girer. (Evet yaşandı) Sunday roast menülerinden istemezseniz Fish n chips falan da deneyebilirsiniz, neticede o da geleneksel sayılır…

*Akşam için pub cenneti Londra’da gözünüze kestirdiğiniz rastgele güzel publardan birinde takılmanın ötesine geçmek isterseniz (istemezseniz anlarız bu arada çünkü bizce bu yeterince güzel) Exmouth Market’taki mekanlarda vakit geçirmek keyifli, örneğin Mikkeller’de birer bira kapabilirsiniz. Bunun dışında Tayer + Elementary ve Sager + Wilde’ı da seçenekler arasına alabilirsiniz.