Categories: AMERİKAYAŞAM

Bir Amerika’da Yaşam Öyküsü: Geldim Gördüm Döndüm!

Son zamanlarda  “siz zengin misiniz, nasıl bu kadar geziyorsunuz” (gerçekten tam olarak bu şekilde soranlar oluyor) sorusundan sonra en çok aldığımız sorular pek de şaşırtıcı olmayan bir biçimde göçmenlik kategorisinde ve özellikle Amerika’da yaşamak & okumak konusunda. Gün geçmiyor ki “Nereye göç edelim, hangi ülke daha kolay oturma izni veriyor, Amerika’ya gitmek istiyorum, nerede ne okumalıyım?” gibi sorular almayalım. Gerçi Amerika’nın yeni başkanının Trump seçilmesinden sonra bu soruyu çok daha az alacağız gibi görünüyor, orası ayrı.

Ben Amerika gibi hem mesafe hem de kültür olarak bizden çok uzak bir ülkede yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bilen biri olarak bugüne kadar Amerika’da yaşamak ve okumak  hakkında sorusu olan herkese yardım etmeyi kendime bir görev bildim. 8 sene Amerika’da yaşadıktan sonra Türkiye’ye dönme kararı alan ben, OitheBlog’un İ’si İdil. (Öykü bu cümlenin sonunu ısrarla “Yaşar Usta” diye okuyor, size de o his geldi mi?) Türkiye’ye döndüğümden beri, yani yaklaşık 4 senedir, yeni tanıştıklarımın “kızım sen hasta mısın niye Türkiye’ye döndün”, ailemin de “Amerika’yı özlemiyor musun?” sorularına karşılık büyük bir azimle derdini anlatmaya çalışan, olumsuz tüm koşullara rağmen bugün hala Türkiye’ye döndüğü için pişmanlık duymayan ve ileride bir gün tekrar Amerika’da yaşamak zorunda kalmamayı dileyen ben. Evet tabii ki benim de Türkiye’deki koşullar sebebiyle çok karamsar olduğum, inanılmaz bir ikileme düştüğüm, Türkiye’de yaşamamak için 1123182 sebep bulduğum oluyor. Ama bu yazının teması aslında Amerika gibi ülkelerde de hiçbir şeyin uzaktan göründüğü gibi olmadığı ve birçok kişi tarafından “fırsatlar ülkesi” olarak benimsenen bir ülkede de yaşamamak için 123128 sebep bulunabileceği.

Aslında Amerikan halkının yeni başkan seçimi birçok şeyi ispatlar ve hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını biraz olsun kanıtlar nitelikte oldu. Batıda bulunan ülkelerdeki insanların sırf batı kültürüne hakim oldukları için cahil olamayacaklarına dair oluşan algı yıkılmış ve cehaletin ülkeye göre şekil değiştirebildiğini ve karşımıza farklı şekillerde çıkabileceğini de ispat etmiş oldu. İşin Kanada ve Yeni Zelanda gibi ülkelere göçmenlik için Amerikalılarla kapışmak zorunda kalacağımız boyuta geleceğini ben de tahmin etmiyordum. Ama ben zaten çok uzun süredir çevreme, insanların Amerika gibi ülkeler hakkında çok büyük bir yanılgı içinde olduğunu kendimce ispatlamaya çalışıyordum. Bu yazıyı da “Amerika’dan neden döndün” sorusuna biraz açıklık getirmek için seçim sonuçları belli olmadan yazmıştım. Trump’ın seçilmesine sevinebileceğim tek şey artık “neden döndün” sorusuna “alın işte özeti bu” gibi bir cevap verebilecek olmam. Amerika gibi güçlü bir devleti yönetmek için Trump gibi bir adamı uygun gören bir toplum arasında yaşamak istemememi artık daha fazla insanın anlayacağını umuyorum. Ama ben yine de bu uzun yazıyı yayınlamaktan çekinmeyecek, 4 sene önce neden Amerika’dan dönme kararı aldığımı, kendi gözlemlediklerim ve deneyimlerim üzerinden bir şekilde aktarmaya, Amerikan toplumunun Trump gibi bir adamı seçmesine neden şaşıramadığımı açıklamaya çalışacağım.

Dev armalı Tommy kıyafetler ve Timberland bot satışlarının zirve yaptığı yıllar

Okuma yazma öğrendiğimiz dönemden birkaç yaz sonrası ile Amerikan dizilerine bağımlılık göstermeye başladığımız dönem arasında bir noktada birçoğumuz kontrolümüz dışında Amerika’nın gerçek hayatta da Hollywood filmlerinden fırlamış, ütopik bir ülke olduğuna ikna olduk. Muhtemelen bizim jenerasyon için bu dev armalı Tommy kıyafetlerin ve Timberland bot satışlarının zirve yaptığı, herkesin tek tip giyinmeye başladığı yıllara tekabül ediyor. Eminim Amerika gibi bir ülkede yaşamanın sanıldığı gibi olmadığına kendi kendine karar vermiş, bu ülkenin emperyalist/kapitalist, dünyayı karıştıran bir “bencillik-land” olduğuna dair düşüncelere sahip olan birçok insan da vardır. Ancak bugüne kadar benim Türkiye’ye dönme kararımı şaşkınlık içinde karşılayan insan sayısını göz önünde bulundurduğumda insanların büyük ölçüde Amerika’yı ütopik bir ülke olarak benimsediğini ya da en azından Amerika’da yaşamanın nasıl bir şey olduğunu merak ettiğini görüyordum.

Ben Amerika’ya, herkesin tek tip giyinmeye başladığı o yıllarda, 13 yaşında gittim. Ailevi sebeplerden dolayı gitmek zorunda kalmıştım, kendi seçimim değildi. Onun öncesinde Türkiye’deyken bile annemin Amerika geçmişi sayesinde Amerika kültürü içinde, annemin Amerika’dan mezun olduğu üniversitenin yıllığında gördüğüm fotoğraflara özenerek, evde ailemle İngilizce konuşarak, sürekli ileride Amerika’da yaşama olasılığımın olduğunu bilerek büyüdüm. Sonra o gün geldi, sanki bakkala ekmek almaya gitme kolaylığındaymış gibi “hadi kızım sen Amerika’ya taşınıyorsun” dediler ve ben ne olduğunu anlayamadan kendimi birçok insanın adını bile duymadığı Maryland eyaletinde liseye başlarken buldum. Anadilim İngilizce, annem zaten yıllardır beni orada okumak için yetiştirmiş, ne kadar zor olabilirdi ki? Boyumdan büyük (mecazi anlamda değil gerçekten boyumdan büyük) 2 tane bavulla binmiştim uçağa. Duygusala bağlamayacağım, bir noktaya değineceğim biraz sabredin. Bir sebepten ötürü Maryland’e en yakın olan Washington D.C. Havalimanı yerine New York’a gitmek zorunda kalmıştım. Bir süredir orada yaşayan annem beni orada karşıladı ve arabayla Maryland’e doğru yola koyulduk. Yolda Burger King’de mola verdik. Amerika’da yaşamaya adapte olmak için ülkeye ayak bastıktan sonra ilk yapmam gereken fast food yemekti tabii ki, başka ne olacaktı? Elveda mantı, elveda ekmek kadayıfı….Neyse. Kasadaki  kadın en sevimli tavrıyla “merhabaaa, bugün nasılsınızzz?” diye karşıladı bizi. “12 saattir uçaktayım, çok yorgunum ve bugün Amerika’ya taşındım” gibi samimi bir cevap versem mi vermesem mi karar verene kadar kadın çoktan siparişimizi almıştı. Kadın gecenin bilmem kaçında etrafa neşe saçıyordu, o gün başına harika bir şey gelmişti herhalde başka bir açıklaması olamazdı. Anneme “bu kadın niye böyle yapmacık yapmacık sırıtıp nasılsınız diye sordu” diye sormuştum. Annem de “alışırsın” demişti. Sonradan da alıştım gerçekten. Amerika’daki yapmacıklık seviyesi 10 üzerinden 30’du. O günden sonra sormuş olmak için “nasılsınız “ diye soran yapmacık yüzlerce insanla tanıştım. Amerika’nın bana merhaba deme şeklinin bu kadar samimiyetsiz olacağını ve bunu daha o yaşımda fark edeceğimi hiç beklemezdim doğrusu. Merhaba Amerika.

Maryland mi, orası neresi?

Lise dönemini ileriye sarıyorum, çünkü o apayrı bir konu. Filmlerden gördüğünüz klasik lise ortamı var gibi ama bir yandan da aslında hiç de öyle değil. Ne güzel açıkladım değil mi? Galiba bu kısmını yazıya dökmekte güçlük çekmemin sebebi, o ortamın tam bir “anlatamam görmen lazım” meselesi olmasından kaynaklanıyor. Aslında Amerika’da lise okumanın en büyük avantajlarının Türkiye’de uygulamayı pek beceremediğimiz spor vb. sosyal alışkanlıkları edinmenizi sağlamaları ve sizi Amerika’da üniversite okumaya hazırlamaları olduğunu düşünüyorum. Gerçi bunun arkasında yatan sebebin de insanları erken yaşta bireysel ve rekabetçi bir topluma hazırlama niyeti olduğunu düşünüyorum ama o konuya şimdi girmeyeyim. Belki de tam olarak o konuya girmem gerekirdi, çünkü Amerika’nın eğitim sistemi konusunda da çok soru alıyorum. Açıkçası lisede ilk kez matematik dersine girdiğimde, benim Türkiye’de seneler önce öğrendiğim konuları daha yeni öğrenen ve 3×5’i bile hesap makinesi yardımıyla çözmeye çabalayan insanlarla karşılaştığımda kendimce Amerika’nın eğitim sistemine çok net bir puan vermiştim. Belki bu yeterli ve kısa bir açıklama olur. Özetle, ne kadar direnirseniz direnin her şeyi en kolay yoldan, en az çaba göstererek çözmeye odaklı bir eğitim sistemi içinde olmak insanın beynini mayıştırıyormuş, bunu anladım.

En büyük beklentimin sahte kimlik kullanmadan içki içebilmek olduğu dönem

Üniversite yıllarımda artık kültür şokunu büyük ölçüde atlatmış, kötü kararlar vermemin normal karşılandığı, hayattaki en büyük sorunumun erkek arkadaşımdan ayrılmak olduğu, annemin gece eve kaçta geldiğime karıştığı ergenlik yıllarını da geride bırakmıştım. Evet dünyanın neresinde olursanız olun aynı ergen sorunlarını yaşıyormuşsunuz. Ehliyetimi 16 yaşında almıştım zaten, araba satın almak da çoğu ülkeye kıyasla bayağı ucuz bir meseleydi. O noktada yıllardır part time çalışıyordum, kazandığım parayı istediğim gibi harcıyordum, istediğimle görüşüyordum, istediğim saatte evime gidiyordum. Okuduğum üniversitenin ana kampüsü 20.000 kişi civarında bir şeydi, filmlerden fırlamış bir kampüs hayatı hakimdi ve en büyük dertlerimizden biri akşam hangi ev partisine ya da bara gideceğimizdi. Amerika’nın saygın üniversitelerinden birinde işletme bölümünü %100 bursla okuyordum, bir dönem 5 ders almanın manyaklık kabul edildiği, derslerin biraz çalışkan olup rahatlıkla geçilebilecek kolaylıkta olduğu bir eğitim sisteminin parçasıydım. Hayattaki en büyük beklentim 21 yaşına girip sahte kimliğimi kullanmak zorunda kalmadan ve polise yakalanma korkusu olmadan rahatlıkla içki içebilmekti. (daha önce polise yakalanıp neden alkol ve uyuşturucu kullanmanın kötü olduğuna dair bir eğitime katılmak zorunda bırakıldıktan sonra iyice gün saymaya başlamıştım) Birçok insanın o yaşta hayal ettiği özgürlükte, “ideal” bir hayatı yaşıyordum. Part time garsonluk yapmanın toplum tarafından garipsenmediği, hatta çalışmamanın garipsendiği bir ülkede hem okuyup, hem para kazanabiliyordum ve Amerika kendi ayaklarımın üzerinde durabilmeyi öğrenmek için önüme her fırsatı sunuyordu.

Y jenerasyonu in the house

Sonra üniversite 3. sınıfa geldim ve artık öğrencilik yıllarımın bitmek üzere olduğunu, hayatımın geri kalanıyla ne yapacağımı düşünmeye başlamam gerektiğini kabullenmek zorunda kaldım. Bizi takip edenler biliyor olabilir, biz OitheBlog’un O’su Öykü ile ilkokuldan beri, neredeyse 20 senedir arkadaşız. Amerika’da olduğum süre boyunca sık sık Türkiye’yi ziyaret etmeye ve arkadaşlarımdan kopmamaya çalıştım. Ben üniversite 3. sınıftayken Öykü’nün üniversitede son yılıydı. O senenin yazında İstanbul’a geldiğimde bir yerde kahve içiyor, ileride beraber iş yapabilmenin hayallerini kuruyorduk. O da ne iş yapacağının tedirginliğini yaşıyordu. Oh be yalnız değildim… O yaz bittiğinde ve ben üniversite son sınıfa geçtiğimde, mezun olduktan sonra Amerika’da iş hayatına atılırsam hiç de mutlu olmayacağımı anladım. Amerika’da onlarca arkadaşım vardı ve o güne kadar hiçbiriyle masaya oturup beraber bir iş yapabilme hayalini kurabilecek samimiyeti yakalayamamıştım. Üstelik kurumsal bir iş hayatına sürüklenmek en büyük korkularımdandı. (Warning: Y jenerasyonu in the house) Babamı senede 1 kez görüyordum, ablamın 2 çocuğu olmuştu ve ikisiyle de doğumlarından aylar sonra tanışabilmiştim. Çok yüksek ihtimalle birkaç sene sonra metabolizmam yavaşlamaya başlayacaktı ve Amerika’daki yemekleri yemeye devam edersem obez olma yolunda ilerleyecektim. Annem de “görevimi tamamladım, çocuğum üniversiteyi bitiriyor, artık büyüdü” fikrine alışmış, Türkiye’ye dönme planları yapıyordu. Amerika’da kalmak için tek bir sebep bile bulamayacak noktaya gelmiştim.

Türkiye’ye dönüş

“Ben Türkiye’ye dönüyorum” dedim herkese. Amerika’daki çevremin “ama sen karakterini şekillendiren en önemli yıllarını Amerikan kültürü içinde yaşadın, Türkiye’deki kültüre tekrar nasıl adapte olacaksın” ve Türkiye’deki çevremin “ne yapacan lan Türkiye’ye dönüp, burada hiçbir şey yok” baskısı arasında bir noktada mezun oldum, diplomamı aldıktan birkaç hafta sonra Türkiye’ye yerleştim. Hayatımda gösterdiğim belki de göstereceğim en büyük kararlılıktı ve bugüne kadar 1 gün bile “acaba dönmese miydim?” şüphesi içinde olmadım. Deli olduğumu düşünüyor olabilirsiniz.

Yukarıda bahsettiğim o ideal, özgür yaşantı var ya? O dünyanın neresinde olursanız olun, sizi çok özgür bırakan anne babanız bile olsa öğrencilikle birlikte büyük ölçüde sona eriyor. Çünkü belli bir yaştan sonra, eğitimimizin bittiği ve hayat kaygılarımızın başladığı noktada, “özgürlük” kavramımız aslında hayalimizdeki işi yapabilmek, istediğimiz evi veya arabayı alabilmek için yeterince para kazanmak ve aşık olduğumuz insanla evlenip aile kurmak gibi şeylere dönüşüyor. İçinde olduğumuz, olmak zorunda olduğumuz bu sisteme, hatta evlilik kavramına karşı olsam bile acı ama gerçek, sistem bu. Öğrenciyken ütü masasını yemek yemek için kullanmakla, odamızı pis bırakmakla ve anne babamızla anlamsız tartışmalar içine girmekle meşgulken bu sistem gözümüze pek batmasa da 30 yaşına geldiğimizde bambaşka bir boyuta gelebiliyor. Yani demek istediğim şu ki, Amerika öğrenci hayatı yaşamak için çok ideal bir ülke olsa da, 30 yaşında hayatın gerçekleriyle yüzleşirken aynı beklentileri karşılayamayabiliyor, en azından benim için öyle. Henüz 30 yaşıma gelmesem de Amerika’da geçirdiğim 8 sene, gözlemlediğim şeyler ve Matrix’deki kahin gibi (vazoyu dert etmeyin) ileriyi öngörebilmiş olmam Amerika’nın hayatımın geri kalanında neden benim beklentilerimi karşılamayacağını anlamama yetti.

Nedir bu gözlemlediklerin arkadaş?

Beni en çok şaşırtan şeylerden biriyle başlayalım. Amerika’da 17-18 yaşlarında liseyi bitirdiğinizde önünüzde iki seçenek var; ya oturduğunuz eyalette ya da diğer 49 eyaletten birinde üniversiteye gideceksiniz. İnsanların büyük bir çoğunluğu da bu noktada ailesinden uzakta olmak, daha özgür kalabilmek, kampüs hayatını yaşayabilmek için başka eyaletleri tercih ediyor. Şükran günü, Noel, sömestr tatili gibi zamanlar dışında da ailelerini pek görmüyor. Bu noktada zaten aileden bağımsız yaşamaya alışıyorlar. Mezun olduktan sonra aile evine dönmek Amerika’da en çok garipsenen şeylerden biri. Çünkü o noktada aileler, çocuklarının kendi evlerinde oturması, işe girmesi, hatta evlilik potansiyeli olan bir ilişkisi olmasını bekliyor. 18 yaşında evi terk ediyorsunuz ya, o odanızı unutun… Tatillerde eve geri gidildiği için odanızı hemen bir hobi odasına çeviremeseler de, ailelerin büyük bir çoğunluğu çocukları üniversiteye başladığı gün hayatlarını kendilerine göre şekillendirmeye başlıyor. Oldu da mezun olduktan sonra iş bulamadınız, ya da okulda bir şeyler ters gitti, tam bir “hayal kırıklığına” dönüştünüz  ve ailenizle yaşamak durumunda kaldınız… O zaman da birçok aile çocuklarından kira alma beklentisine giriyor. Çocuklarının eğitim masraflarını karşılayan aileler zaten çoğunlukla çocuklara hayatı zindan ediyor. Ama bir de eğitim masrafını kendi karşılaması gereken öğrenci kesimi var, ki bu diğer kesime göre daha fazla bile denilebilir. 2015 yılında üniversiteden mezun olanların eğitim kredisi borcu ortalama 35.000 dolar ve bu para mezun olduktan sonra her yıl faiz görüyor. Mezunlar hem iş bulma hem de uzun bir süre bu parayı ödeme kaygısıyla öylece kalakalıyor.  Özetle Amerika’daki sistem, aileden uzak, bireysel kalmak üzerine kurulu. Amerika’daki “bireyselcilik” sisteminin ana kaynaklarından biri de bu.. Yani özetle size zorla 3 tabak yemek yediren bir anne, birkaç gün aramadınız diye trip atan bir baba yok..

Amerika’da işverenler teklif ediyormuş

Yukarıda bahsettiğim “eve dönme olayı” aslında son yıllarda biraz daha yaygınlaşmaya başladı. Çünkü dünyanın en güçlü ekonomilerinden biri olarak benimsenen Amerika aslında uzun süredir krizde. Biz de öyle… Dünyadaki birçok ülke de öyle… İnsanların işsiz kaldığı, mortgage ödeyemedikleri için evlerine haciz konulduğu, etkilerinin ülke çapında birçok sektörde hissedildiği türden bir ekonomik krizden bahsediyorum. Amerika’da mezun olduktan sonra insanların önüne onlarca “fırsat” çıkıyormuş gibi bir algı var. Fakat bunu bir kez daha değerlendirmek gerek, çünkü bu dizilerdeki McDonalds’da çalışma temalı espriler boş yere çıkmadı. Benimle birlikte mezun olan arkadaşlarımın çoğu üniversite 4. sınıfın başından itibaren iş aramaya başlamasına rağmen uzun süre istediği işi bulamadı. Hatta çoğu ne yapacağını bilemeyip üniversite kredi borcunun üstüne bir de yüksek lisans kredi borcu ekleyerek eğitimine devam etti. Hali hazırda yüksek lisans eğitimi olanlar “fazla nitelikli” oldukları için iş bulamadı. Kıdemli işi olanlar maaşları karşılanamadığı için işten atıldı, daha düşük seviyeli pozisyonlara girdi ya da garsonluk yapmaya başladı.

Amerika’da rutin bir hayat nasıl oluyor?

Diyelim ki gerçekten çok donanımlı ve başarılı, firmaların iş vermek için birbiriyle kapıştığı birisiniz. Ya da girişimci birisiniz ve firmaların yatırım yapmak için sıraya girdiği dahice bir fikriniz var. Harika, önünüzde muhtemelen çok güzel ve iyi para kazandıracak bir kariyeriniz olacak. İnsanların kıskançlıktan ikiye ayrılacağı türden bir ev, toplasanız araba parası edecek kıyafetler alabilirsiniz, hafta sonu uçağa atlayıp Vegas’ta bir penthouse kiralayıp en pahalı yerlerde yemek yiyebilirsiniz. Öncelikli sorun şu ki, eğer gerçekten çok şanslı biri değilseniz ve dahice bir fikir bulup onu milyonlara satmadıysanız muhtemelen o başarıyı devam ettirebilmek için çooook çalışmanız gerekecek. Belki akşamları, haftasonları devam eden iş saatleri…Bu sadece Amerika’da değil, dünyanın her yerinde böyle, evet. Ama Amerika’da o parayı kiminle ve nasıl harcayacaksınız? Etrafınızdaki birçok insan normal bir iş yaşantısında, evli, çocuklu olacak. Sosyalleşmenin yalnızca alkol almak üzerine kurulduğu, kafelerin erken saatte kapandığı, açık bir kafe olsa da iş çıkışı sadece sohbet etmek için bi’ kahve içecek, derdinizi içtenlikle dinleyecek arkadaşların çok az olduğu bir ülkedesiniz. “Ne varmış sosyalleşmek için alkol almakta, tam benlik” demeyin, işin içinde olunca o öyle hayal ettiğiniz gibi bir şey olmuyor çünkü. Hani bizim haftada 3 kez arkadaşlarımızla aynı kafeye bile olsa oturduğumuz durumlar, spontane gelişen ev misafirlikleri, sıradan bir günde annemizle babamızla yediğimiz yemekler, ülkeyi kurtarmak için oturduğumuz rakı sofraları var ya? Onlar Amerika’da yok. Amerikalıların çoğu farkında olmasa da aslında çok yalnızlar.. Bence işte bu sebeplerden de bilinç altlarında üniversitede eş bulma, mezun olduktan hemen sonra evlenme ve çocuk yapma beklentisine giriyorlar. Türk insanları evlilik manyağı, Facebook’taki ilkokul arkadaşlarımız neden çıldırmış gibi patır kütür evleniyorlar diye yakınıyoruz ya… Şu anda benim yaşıtım olan evli ve çocuklu çok daha fazla Amerikalı arkadaşım var.

United Colors of Amerika

Tabii yukarıda anlattıklarım işin bir tarafı. Diğer açıdan bakınca tabii ki benim de Amerika’da çok iyi dostluklarım oldu. Hala görüştüğüm, İstanbul’da evimde ağırladığım, uzun süre görmesem bile aynı samimiyette devam ettiğim arkadaşlarım var. Ama doğruya doğru, onların hiçbirinin kökeni Amerika değil, çoğu bizim komşu ülkelerden yani benzer kültür özelliklerimiz olan yerlerden. Belki orada doğmamışlar, belki oraları hiç görmemişler bile ama, en azından ailelerinin kökeni bir şekilde başka yerlere dayanıyor. Amerika’nın “fırsatlar ülkesi” olarak benimsenmesinin bir sebebi de birçok farklı ırktan ve kültürden insanlar barındırıyor olması. O oturma iznini kaptıktan sonra Türk olmuşsunuz, Fransız olmuşsunuz, Rus olmuşsunuz aslında pek de bir önemi yok. Azınlık grupları artık garipsenemeyecek, dışlanamayacak kadar fazla. Seçimlerde boşuna bu gruplara oynamıyorlar. “Sizi fırsatlar ülkesine aldık, şimdi karşılığını verme vakti geldi”.. Neyse… İnsan evrimi teorisinin (homosapienlere selam çakalım) kökenlerinden biri de insanların ortak özellikler paylaştıkları, yakınlık gördükleri insanlarla bir arada olması. (konuyu nasıl buraya getirdim ben de bilmiyorum) Nitekim dünyanın her yerinde de böyle oluyor. Amerika’dayken de ister istemez kendinize Türkleri veya benzer kültürdeki insanları çekiyorsunuz. Tamam, sorun yok olabilir. Ama kendinizi Türklerin olduğu küçük bir grupla sınırlandıracaksanız ne diye kalkıp taa Amerika’ya gidiyorsunuz? Onu zaten burada da yapıyoruz..?

Bireyselcilik Felsefesi 101

Amerikalı insanlar var tabii yok değil, hatta Amerika’nın metropol olmayan şehirlerinin büyük bir çoğunluğu Amerika kökenli insanlar. Eğlenceli, espri anlayışı olan, haftanın 5 günü beraber çıkıp içki içtiğim, partilere gittiğim, hatta beraber seyahate çıktığım Amerikalı arkadaşlarım da oldu. Ama o insanlar kendilerini alışık oldukları kültüre ve içinde bulundukları “bireyselcilik” sistemine o kadar kaptırıp gidiyor ki, kontrolleri dışında “çıkarcı” insanlara dönüşüyorlar. Aslında dönüşüyorlar derken, belki hep öyleler ama bu sizin bir süre sonra gözünüze batmaya başlıyor. Partiye giderken gruplarına içki içmeyecek ve arabayı kullanacak birini de arıyorlar. Öğrenciyken her gününü geçirdikleri, belki aynı odayı paylaştıkları arkadaşları bir süre sonra sadece mezunlar günü ve benzeri toplantılarda karşılaşıp “yaa üniversite günlerimiz ne eğlenceliydi, ne kadar da çok içki içiyorduk” dedikleri insanlara dönüşüyor. Evlendiklerinde “double date” yani 2 çift olarak yapabilecekleri bir aktiviteleri olsun diye evli çift avına çıkıyorlar. Çocukları olduğunda da onunla oynayacak biri olsun diye çocuklu aileleri gözlerine kestiriyorlar. Kendilerinin daha iyi olduğunu ispat etmek için haftada kaç kez seks yaptıklarını, çocuklarının nasıl akıllı olduğunu etrafındakilerinin gözüne sokuyorlar.  İnsanların birbiriyle rekabet etmek üzerine kurulu olduğu bir sisteme hoş geldiniz. Bireyselcilik felsefesi 101.

Türkiye mi, orası neresi?

Ülke çapında bireyselciliğin bu kadar kabul görmesinin sebeplerinden biri de bence Amerikalıların çoğunun dünyada onlardan başka bir ülke yokmuş gibi davranması. “Allah bir sonra Melek Yargıcı bir”in Amerika versiyonu gibi düşünün. Böyle düşündüklerini dış politikalarından hissedebiliyoruz belki ama bu durum sıradan bir Amerikalının hayatına nasıl yansıyor?  Şöyle oluyor. Eğitimli olan insanların bile Türkiye’nin tam olarak nerede olduğunu bilmemesine, bilenlerin de dünya tarihinin yüzde bilmemkaçında adı geçen Osmanlı’dan bile bihaber olduğuna, tüm müslümanların terorist olduğuna inanan insanların olduğuna şaşıramaz hale geliyorsunuz. Özetle şunu demek istiyorum, bizim Türkiye’deki “cahil insan” algımız ile Amerika’daki cahil insan algısı farklı şeyler. Ancak bu cahillik kriterlerinin yüzde yüz örtüşmemesi, o bireylerin cahil olmadığı anlamına gelmiyor. Türkiye’de batılı ülkelerdeki insanların “bizim kadar” cahil olamayacağına dair tuhaf bir algı var. Hatta bu iş daha da ileri taşınarak, Amerika vb. ülkelerin adaletli, demokratik ve eşitlikçi ülkeler olduğuna yüzde yüz inanmaya kadar gidebiliyor. Bu noktada konudan biraz sapacak bile olsak, Amerika’nın Demoktrat ve Cumhuriyetçi partilerinin görüşleri hakkında bir takım bilgiler vererek Amerika gibi bir ülkenin halkında da bize çok da yabancı gelmeyen “biz ve onlar” ayrımcılığının var olduğunu örneklendirmek istiyorum.

Demokratlar: Solcu, toplumsal değerlere önem veriyor, eşcinsel evliliği destekliyor, kürtajın kadınların kendi seçimi olduğuna inanıyor, büyük ölçüde idamın yasal olmaması gerektiğini düşünüyor, göçmenler için kolaylık sağlamayı hedefliyor..

Cumhuriyetçiler: Sağcı, bireyselci değerlere önem veriyor,  eşcinsel evliliğe karşı çıkıyor, kürtaja karşı çıkıyor, büyük ölçüde idamın yasal olması gerektiğine inanıyor, göçmenliği engellemek ve insanları sınır dışı etmek istiyor..

Amerika’nın politikasını masaya yatıracak kadar bilgili olduğumu düşünmüyorum, sadece herhangi bir ülkeyi 2’ye ayırabilecek zıt görüşler olabildiğini göstermek için, göze çarpan birkaç örnek vermek istedim.

Amerika’da yalnızca dava açarak zengin olmak ister misiniz?

Amerika’nın adalet sistemi hakkında da hep karışık duygular içinde oldum. Hukuk sisteminin çok fazla eleştiriye açık olduğu bir ülkede yaşarken “derdinize ediyim” gibi yorumların gelmesini göze alarak izninizle bu konuda birkaç örnek vererek yakınacağım. Amerika’da sırf istedikleri işe alınmadıkları için firmalara ırkçılık yaptığını öne sürerek dava açan yüzlerce insan var. Ve emin olun bunların yalnızca bir kısmı gerçekten ırkçılığa maruz kaldığı için dava açıyordur (tabii ki bu konudan bağımsız olarak Amerika’da hala çok fazla ırkçı insan var) Bu konuda işler o kadar çığırından çıkmış durumda ki, x kişisinin y kişisine ırkçılık yapıp yapmadığı tespit edilemez bir duruma gelmiş halde, çünkü herkes bu işi suistimal ediyor. Bununla birlikte adalet sisteminin suistimal edildiğini gösteren onlarca örnek verilebilir. McDonalds bardağının üstüne “sıcak içecek” yazılmadı diye dava açan adamın şehir efsanesi haline gelmesinin bir sebebi var. Aslında bu gerçek bir olay. Arkadan biri arabanıza dokunduğunda, yaralanmasanız bile “psikolojik travma” yaşadığınızı öne sürerek de tazminat davası açabilirsiniz, mağazada kayıp düştüğünüzde yerin ıslak olduğuna dair bir uyarı olmadığı için de. Siz anladınız. Hatta durumu abartıp bu gibi tazminat davalarından uzun süre geçimini sağlayanlar bile oluyor.

Bu kadar şey anlattım ama olur da biri bir gün bana “8 sene Amerika’da yaşadıktan sonra neden Türkiye’ye döndün, anlatmak için 2 dakikan var” dese durumu şöyle de özetleyebilirdim. Uzaylıların ve başka bir dünyanın var olma ihtimali kesinleşmediği, parçası olmak zorunda olduğumuz sistemler yok olmadığı sürece dünyanın her yerinde aynı kaygılarla yaşamaya mahkumuz.

Ben rakı sofrasında gerektiğinde Türkiye’yi, gerektiğinde beni içinde olmamam gereken bir durumdan kurtaran dostlarımla, ailemle kalmayı tercih ettim. Evet. Konu uzaylılara kadar dayandığına göre Area 51’i anlatmaya başlamadan önce yazıya bir son vereyim. Buraya kadar okuduysanız ayrıca teşekkür ederim. Sevgiler!

Published by
oitheblog

Recent Posts

2024 Viyana Gezisi Notları: Avrupa’nın En Avrupalı Şehri

Dünyanın en yaşanabilir şehirleri listesinin 1 numarasını yıllardır zapt etmiş, “muasır medeniyetler seviyesinin ne olduğunu…

9 saat önce

Düsseldorf Gezi Rehberi: 1 Günde Neler Yapılır?

Galiba hayatımda hiç özel olarak uçak bileti alıp Düsseldorf’a gezmeye giden bir insan görmemiş olabilirim,…

2 hafta önce

Amsterdam Gezisi Notları: Yeni Öneriler, Birtakım Övgüler

En son ne zaman Amsterdam gezisi için yollara düşmüştük diye bir bakıp üstünden 5 sene…

3 ay önce

Atina Gezisi Notları: İhtimallerin Heyecanına Üzülüyorum

Kişisel tarihimizdeki ilk Atina gezisi üstünden neredeyse 8 sene geçtiğini fark ettiğimizde zamanın ne kadar…

5 ay önce

2023 Tiflis Gezisi Notları: Bazı Yeni Keşifler

Hatalarımızdan ders almamak konusundaki ısrarcılığımızın bir belgesi olarak bir önceki Tiflis Gezisi Notları kapsamında “buraya…

8 ay önce

Kazbegi Gezi Rehberi: Gürcistan ile Bağları Kuvvetlendirme Girişimi

Az önce kapı çaldı. Eskimiş metal grubu tişörtüm ve berbat şekilde toplanmış saçım ile kapıyı…

8 ay önce