OitheBlog olarak gittiğimiz ülkelerde farklı içkileri de deneme meraklısı olduğumuz, 1-2 yazımızı okuduktan sonra kolaylıkla anlaşılabilir. Böyle tıksırana kadar kızlı erkekli içmek gibi bir hevesimiz var, yapacak bir şey yok. Aynı hevesle, Almanya’ya gitmeden önce giriştiğimiz “ne içsek, nerede içsek” araştırmamızda karşımıza çıkan ve bize “insanlar ne güzel bloglar oluşturuyorlar yahu” dedirterek, akabinde site sahibi Cihangir Gümüştaş ile iletişim kurmamıza kadar uzanan bir hikayenin ana kahramanı Bira Sevdası. Konuya ilgisi olanlar için harika bir kaynak, çeşit çeşit bira, çeşit çeşit yorum, üstelik bu işlerden anlayan, neyin en olduğunu bilen, bizim “abi 3 tane kırmızı Tuborg içtin mi bitti” mantığımızın çok ötesinde biri. Biz bu blog’u öyle sevdik ki, kendilerinden “bizim için şöyle küçük bir rehber hazırlar mısın?” ricasında bulunduk ve sağolsun o da bizi kırmadı. Hadi yine iyisiniz.
Yurtdışına çıkmak için birçok sebebimiz var artık. Ucuz uçak bileti ve uygun bir otel yakalayınca bazen yurtiçi tatillerden bile uygun olabiliyor. Deniz, tarih, yeme-içme gibi birçok etken de bizi yurtdışına iten sebeplerden. Benim için en önemli ve yegane etken ise “bira.”
Her ne kadar Türkiye’de son zamanlarda bira raflarının çeşitlenmesiyle birlikte bir bira devrimi yaşanıyor olsa da, hala yeterli çeşitte bira yok bence. Misal, canınız bir Weissbier ya da Kölsch içmek istediğinde içecek bir bira bulamayabiliyorsunuz. Schneider Weisse ülkemizde satılıyor ama bulunulabilirliği biraz sorunlu. Ya da güzel bir Beer Cafe’ye gidip tap’ten çeşit çeşit pastörize edilmemiş taze bira içmek için de alternatifler sınırlı. Biz geçtiğimiz Ekim ayındaki 10 günlük Kurban Bayramı Tatilinde (asıl amaç bira içmek olmak üzere) Avrupa’yı bir gezelim istedik. Almanya-Belçika-Hollanda hattında güzel bira ve bira mekanlarının izini sürdüğümüz bu gezide tadı (gerçekten de) damağımızda kalan üç bira mekanını sizinle paylaşmak istedim. Haydi başlayalım.
Çok fazla acılığı olmayan bu yerel bira lager ve pilsnerlerin domine ettiği Almanya’da Weissbier’le birlikte azınlıktaki ale tipi biralardan biri. Almanya’da içilen her 20 biradan 1 tanesi Kölsch ama Köln’de bu sayı 19/20 olabilir.
0.2’lik küçük bardaklarda servis edilen Kölschleri tatmak için tercih ettiğimiz mekan Altstadt’ta (Eski Şehir) yer alan Paffgen isimli bira evi. İçeri girmenizle Köln’ü saran gotik hava sizi burada da yakalıyor. Şehir merkezinde yer alan meşhur Köln Katedrali’nin (namı-ı diğer Dom) 509 basamağını tek tek çıkıp sonra da aynı basamaklardan indikten sonra, vücudunuzda kalan son enerjiyle kendinizi atıp birer yorgunluk birası içmek için ideal bir mekan.
0.2’lik bir Kölsch’ün fiyatı 1.70€. Tadı ise kesinlikle çok yumuşak içimli ve serinletici. Garson abi de gördüğünüz gibi çay tepsisini andırır şekilde dizilmiş Kölschleri mütemadiyen birahanede gezdirerek masalara dağıtıyor. Unutmadan, Kölsch içerken şöyle bir kural var, eğer bardağınızın üzerini kapatmazsanız size sormadan koyuyorlar masanıza birayı. Aklınızda olsun.
Bir not da Köln’ün komşusu Düsseldorf ile ilgili. Bu iki komşu şehir arasında süregelen bir çekişme var. Bu futbol müsabakalarına bile yansımış. Benim için önemli olan nokta ise, iki şehir arasındaki bu çekişmenin bira kültürüne de yansımış olması. Birbirinden sadece 30 dakika uzaklıktaki bu iki şehirde farklı türde iki bira var. Köln’ün Kölsch’üne Düsseldorf’un cevabı Altbier olmuş ve Düsseldorf’ta bir yere oturduğunuzda Kölsch isterseniz tip tip bakıyorlar. Hatta laf sokan bile oluyormuş.
Biz tercihimizi t’Brugs Bieratelier’den yana kullandık (Bira Atölyesi). Burası her çeşit Belçika birasının bulunabileceği bir yer değil. Tematik bir yapısı var aslında t’Brugs Bieratelier’in. Her ay 12 farklı bira sunuyorlar ve konuklarına bira tadımı yaptırıyorlar. Mekan Brugge’ün hemen girişinde sayılır ama tarif edemeyeceğim çünkü zaten her sokağı birbirine benzeyen bir şehir. O yüzden web sayfasından bakmak en doğrusu.
Kaldırımın üzerine atılmış 2-3 masa ve kocaman bir Beer Tasting panosuyla bizi cezbetti burası ama önce şehri gezmeye, sonra da yorgunluğumuzu atmak için günün sonuna doğru gelmeye karar verdik. Zevkli bir Brugge turundan sonra akşam saatlerine doğru, çok da güzel bir havada masamıza t’Brugs Bieratelier’deki masamıza kurulduk ve biralarımızı beklemeye başladık. 6 farklı bira denedik ve bu tadımın fiyatı 16€. Aslında Avrupa’da yediğimiz tek kazık da bu oldu diyebilirim. Her biri 0.20’lik olan 6 biraya bu para normal şartlarda biraz fazla. Fakat, mekanın ortamı ve sokağın havası (siz biranızı yudumlarken arkanızdan tak takt tak diye yavaş yavaş geçen faytonlar ya da sokak müzisyenleri mesela) bu kazık yeme hissinin çok kısa sürmesini sağladı ve gerçekten de unutamayacağımız bir akşam oldu bizim için.
Biralara gelirsek, Ekim ayı menüsünde De Ranke, Carolus, Dupont, Fort Lapin, Timmermans ve Bourgogne des Flanders vardı. Biraların yanında bir de bira menüsü geliyor. Menünün içinde o an içtiğiniz biralara ait bilgiler mevcut. Hangi maltlar ve şerbetçiotları kullanılmış, nasıl bir tada sahip, kaç derece içilmeli gibi. Bu sayede siz de damak jimnastiği yapabiliyorsunuz. Biz önce içip yorumlarımızı yaptık ve daha sonra menüden destek aldık. Şunu bilmişiz, aa bu tat demek ki şuymuş şeklinde oldu bizim tadım pratiğimiz.
Eğer hava güzelse ve 6 adet 0.2’lik bira için 16€’yu gözden çıkarabiliyorsanız (3 tanesini 8€’ya almak da mümkün) kesinlikle uğramanızı tavsiye ederim.
Aslında çok daha farklı şeyleriyle meşhur olan bu şehir bir bira sever gözüyle bakılırsa çok daha farklı bir portre çizebilir. Amsterdam’ın “meşhur” özellikleriyle bir alakamız olmadığı için şehre geldiğimiz ilk günden itibaren bira avına çıktık ve bu doğrultuda iki harika mekan gezdik. Bunlardan ilki bir bira dükkanı, diğer ise yine bir Beer Cafe.
De Bierkoning
Bu dükkan bira seviyorsanız kesinlikle uğramanız gereken yer! Marketlerde Westmalle, Chimay ya da Paulaner gibi iyi biraları bulmak mümkün ancak Heineken’in domine ettiği bu şehirde çok fazla çeşitle kendinizi şımartmak ve bavula da birkaç bira atıp Türkiye’ye getirmek istiyorsanız De Bierkoning’e uğrayın derim. Ayrıca, birçok markanın kendine ait bardağının satışını da yapıyorlar. Fiyatlar ise çok uygun. 33’lük Westmalle (hem Dubbel hem de Tripel) 1.50€ iken 50’lik Alman Weissbier’leri 2€’dan başlıyor.
Benim tavsiyem, eğer Amsterdam’da uzun süre kalacaksanız daha ilk günden itibaren bu dükkana gelmeniz ve stoğunuzu yapmanız yönünde olacak. Daha sonra da çantanıza attığınız biraları kanal turunda, parkta ya da bisiklete biraz ara verdikten sonra yudumlamanız. Dönerken de tekrar uğrayıp bavula sığdırabildiğiniz kadar bira almanız. Unutmadan, De Bierkoning sadece Pazartesi günleri 21:00’a kadar açık, onun dışında ise 18:00’a kapanıyor.
Bira Kralından sonra şimdi sırada Bira Tapınağı var! Bu mekanı Foursquare aracılığıyla bulmuştum. Foursquare’de Beer Cafe’leri aldıkları puana göre en yüksekten başlayacak şekilde sıralattığınız zaman en tepede yer alan mekan The Beer Temple. 9 Eylül 2009 yılında açılmış bu genç mekan için çok ama çok iyi bir performans bence!
Dam Meydanı’na da oldukça yakın olan mekanda birçok bira mevcut. Menüyü de duvardaki kara tahtadan takip edebilirsiniz. 30’dan fazla birayı tap’ten içebilmek mümkün. Ayrıca, birçok Amerikan birasına da Amsterdam’ın göbeğinde ulaşabiliyor olmak gerçekten de sevindirici. Bu zengin menüde Westvleteren’e de yer var. Fiyatı 15€. Eğer bu parayı gözden çıkartırsanız Amsterdam ziyaretinizde birçok otorite tarafından dünyanın en iyi birası olarak gösterilen bu birayı da içebilirsiniz.
İçerisi biraz karanlıkça ve loş bir ortama sahip. Ben o zaman daha Türkiye’ye gelmemiş olan Brewdog PUNK IPA almaya karar verdim, eşim de klasik Leffe tercihine sadık kaldı ama bu sefer Leffe’miz şişeden değil, musluktandı. Duvarlardaki resimler ve tavana asılı olan bira içerikli dekorlar mekanı gerçekten de bir bira tapınağına dönüştürüyor.
Dünyanın en yaşanabilir şehirleri listesinin 1 numarasını yıllardır zapt etmiş, “muasır medeniyetler seviyesinin ne olduğunu…
Galiba hayatımda hiç özel olarak uçak bileti alıp Düsseldorf’a gezmeye giden bir insan görmemiş olabilirim,…
En son ne zaman Amsterdam gezisi için yollara düşmüştük diye bir bakıp üstünden 5 sene…
Kişisel tarihimizdeki ilk Atina gezisi üstünden neredeyse 8 sene geçtiğini fark ettiğimizde zamanın ne kadar…
Hatalarımızdan ders almamak konusundaki ısrarcılığımızın bir belgesi olarak bir önceki Tiflis Gezisi Notları kapsamında “buraya…
Az önce kapı çaldı. Eskimiş metal grubu tişörtüm ve berbat şekilde toplanmış saçım ile kapıyı…